HAYAT KIRIKLIĞI



Hayal kırıklıklarımı toplasam bir hayat kırıklığı olur. Nemli gözlerimi çantamdaki yüzüm gibi  buruşmuş son mendille siliyorum. 

Bir bebek  büyük bir umutla sevinçle  gelir dünyaya. Bakmayın siz onun ağlamalarına. Biraz naz kimseyi öldürmez. Saftır, koskoca dünya karşısında elbette korkacaktır ama onu koruyup kollayacak dağlar vardır: anne, baba… Böyle düşünür, böyle umar ve böyle doğar. Doğduğun ev kaderinmiş ya, seçemediğinin verdiği ağırlık veya hafiflik…

İlk hayal kırıklığım doğduğum evde başladı. Bir bebek ne ister? “Karnım tok sırtım pek” mi? Hayır efendim!“ Bir kepçe sevgi bir kepçe güven.” Sevilirse sevmeyi, güvenirse yaşamayı öğrenir. 
Bir babam vardı ama yoktu. Annem ise varla yok arası bir şey… Tutarsız bir sevgi, tutarsız bir bakım, tutarsız bir varoluş. Bu tutarsızlıklar kimseye ihtiyacım yokmuş gibi yaşamayı öğretti bana. Annemin ve babamın varlığıyla yokluğu benim için bir anlam ifade etmiyordu böylece. İlk hayal  kırıklığımı yaşadığım o yıllarda hala umutla bakıyordum dünyaya. “Bir gün her şey çok güzel olacak, kendiliğinden(!)”

Babam annemi hiç sevmez her fırsatta aldatırdı. Annem de bayılırdı babama(!) Babam annemi döverdi, annem de beni. Babamın gücü otoritelerine yetmez,  hıncını annemden çıkarır; annemin gücü de babama yetmez hıncını benden çıkarırdı. Benim gücüm  ne anneme ne de babama yeterdi. Ben de hıncımı kendimden çıkarırdım. Kendimi sevmez, kendimden nefret eder, bedenime zarar verirdim. 

Babam salata yemeyi çok severdi. Bozuk domates getirir bizden taze salata yapmamızı beklerdi. Olmayınca da döverdi. Sırf kızmasın, dövmesin diye puta can verişlerimiz… Bir gün yine yemeğin yanında salata yapmış babamın gelmesini bekliyorduk. Bu sefer salata taptazeydi. Çünkü babamın getirdiği domateslerle değil komşumuzun  kendi bostanında toplayıp bize getirdiği taze  domateslerle salatayı yapmıştık. Babam yine bir kusur bulurdu biliyordum ama yine de içimdeki umut…Ama babam o gün gelmedi ve hiçbir zaman da gelmeyecekti. Onun yerine ölüm haberi geldi. Ne ben ağlayabildim ne de annem. Bir insanın ardında hiç güzel anı bırakmadan gitmesine  ağladım, sadece buna ağlayabildim. Annem hayata daha da küstü, celladını arayıp durdu, döngüyü kıramadı.

Yaşadığım psikolojik ve fizyolojik şiddet ruhumda yaralar bıraksa da inadına direniyordum dünyaya. Lise döneminde fiziksel şiddet azalsa da psikolojik şiddet tüm hızıyla devam ediyordu.  Evet dayak yoktu artık. Ama bu sefer var olmama izin vermeyeceklerdi.“ Yeşim kim?” dediklerinde “Yeşim………..sever”, “Yeşim……….benimser”,”Yeşim……… düşünür” ,”Yeşim şudur……..” diyebilmeliydim. Var olmamın, yaşayabilmemin kritik noktası. Ama kim olmama annem, akrabalarım,  öğretmenlerim, toplum karar vermek isteyecekti. Yeşimler kim ki? Duyguları, düşünceleri,  kalbi olmayan bir  makine parçası(!) Neyseki biraz inatçıydım. Beni yok etmeye çalışan her bir dayatıcı sisteme karşı gelecektim. O zamanlar var olmayı ailemden uzaklaşarak başarabileceğimi umuyordum. Halbuki bedensel uzaklaşmanın;  düşünsel, yaşamsal uzaklaşmanın yerini alamayacağını üniversiteye gittikten sonra anlayacaktım. Depresif ve melankolik olan bu kız üniversiteye gidince dünyanın en mutlu kızı olacaktı güya… 


İlk aşkımla üniversitede tanıştım. Hakan… Sevgiyi doruklarıma kadar yaşamış olacağım ki bu bana fazla gelmişti. O kadar sevgisiz yaşıyoruz ki normal sevgi bünyeye  fazla geliyor. 
Hakan bana güzel bir iltifatta bulunsa donup kalırdım. Ne iltifat almayı bilirdim ne de vermeyi. Bu iltifatlara  layık olmadığımı düşünür suçluluk duygusuna kapılırdım. O yaşına kadar sürekli değersiz hissettirilen, sevilmeye layık olmadığına inandırılan bir Yeşim’den ne beklenilirdi ki? Hakan beni övmeye çalışsa  veya takdir etse vay haline!  Hakan’a öfkelenir ve onun bir yalancı olduğunu düşünürdüm. O yaşına kadar yetersiz hissettirilen bir Yeşim’den  ne beklenilirdi ki! Hakan elimi tutmaya çalıştığında elimi geri çekerdim. Dokunmaktan da dokunulmaktan nefret ederdim. Çünkü o yaşıma kadar dokunmak bana sadece acı vermişti,  dokunmanın iyileştirici gücünden bihaberdim. Hakan’ın birçok olumlu özelliği olmasına rağmen  hep olumsuz taraflarını görür ve hep olumsuz taraflarını dile getirirdim. Tıpkı babam gibi kusursuzun peşindeydim. Hakan ‘a bir o kadar yakın ve Hakan’dan  bir o kadar uzak  hissederdim. Aradığım  başka bir şeydi ve ben ne aradığımı bilmiyordum.  Kavgalarımız olurdu, günlerce küs kalırdık. Hiçbir açıklama yapmaz, neden kırıldığımı anlatmaz,  Hakan’dan müneccimlik yapmasını beklerdim . Seviyorsa anlar(!) derdim . İletişim kurmayı öğrenememiş bir Yeşim’den ne beklenilirdi ki? Benim tüm bu kaçmalarıma rağmen Hakan sevgisini de verdiği değeri de eksik etmedi. Ama hani dağ olsa çatlar derler ya ee haliyle Hakan da çatladı. İlk ayrılık acım da bu şekilde başlamış oldu. Giderken       “ Ne seni sevmeme izin verdin ne de anlamama.” demişti.  O zamanlar tüm suçu Hakan’da aramıştım. “Erkeklerin hepsi böyle zaten ne bekliyordun ki” deyip klişe bir cümleyle avutuyordum kendimi. 

Hakan’ı seviyordum sevmesine ama bu sevgiyi gösterebilecek donanıma sahip değildim.  Kimse  bana sevmeyi,  sevilmeyi öğretmemişti. Halbuki insan sevmeyi de sevilmeyi de  ilk baba-ana ocağında öğrenir. Ben sadece sevmemeyi öğrenmiştim.  Hakan’ın gitmesini bir türlü kabullenememiştim. Yıllarca Hakan’ı  kaybedişimin yasını tuttum. Kafamda cevaplandıramadığım sorular, belirsizlikler böyle sağlıksız ve uzun bir yasla sonuçlandı. Hakan benim için bir hayaletti artık. Sarılmak istediğimde sarıldığım, ağlamak istediğimde ağladığım,  koca kalabalıklarda yapayalnız hissettiğimde başımı omuzlarına koyduğum bir hayaletti. İstediğim zaman bu hayaleti öldürebiliyordum. Hakan’a çok kızgındım. İlk defa sevildiğim dünyamda belki de sevmeyi öğrenecekken en güvendiğim kişi tarafından hiç beklemediğim bir anda paramparça edilmiştim. Geriye daha da hırçın bir Yeşim kalmıştı.

Sevilmenin tadını almış bir insan durur mu artık? Tüm bu olumsuzluklara rağmen sevilmek için hep bir arayış içine girdim. Ve her defasında hüsrana uğradım. Ve yine her defasında “ Neden ben?” naralarıyla karşımdakini suçlamaya devam ettim.
Seçtiğim insanlar o kadar birbirlerinin aynısıydı ki. Fiziki özelliklerinden tut kişisel özelliklerine kadar. Aslında hepsi birbirlerinin aynısı değil babamın aynısıydılar. En çok eleştirdiğimin kopyası: yuvarlak yüz, orta boy, kumral ten, küçük gözler; aldatma meyilli,  şiddet meyilli, kaba, bencil, öfkeli insanlardı. Önceleri bunun bir tesadüf olduğunu düşünürdüm. Meğer insanın gözü, gönlü alıştığına kayıyor ve maalesef insan farkına varmadığı sürece, bir şeyleri değiştirmek için mücadele etmediği sürece bu konfor alanının dışına çıkamıyor.  Tanıdığım ilk erkek babamdı. Erkek tanımım babamdan ibaretti. İster kötü ister iyi bir baba olsun gözüm alışılmış olanı, tanıdık olanı,  sürprizler içermeyeni arıyordu. Ya da belki de bir “telafi etme” giriyordu devreye:“Babama sevdiremedim kendimi, onu düzeltemedim, iyi bir baba yapamadım ama şimdi bir fırsat var  elimde.  Başkalarına sevdireceğim kendimi,  onları düzelteceğim, onları iyi birer insan yapacağım. ” Şimdi gülün geçin… Sebebi ne olursa olsun aşklarımın babamla olan bağlantısını keşfettiğim o an  kendime  karşı ilk zaferim  oldu.

Ve 55 yaşındaydım. Çok mu geç olmuştu? Geriye dönüp baktığımda 55 yıl boyunca dolmayan sevgi depolarımı doldurmaya çalışmaktan ne yaşamıştım ne de yaşatmıştım. Bir dilenci gibi her gelenden bir avuç sevgi dilemiştim. Sevmeyi öğrenmeden sevilemeyeceğimin bilincine geç varmıştım. 

Şimdi 80 yaşındayım. Kaç yıl yaşadım dersen 55’ten bu yana 25 yıldır yaşıyorum. Bu yaşamanın verdiği mucizevi bir güçle aynı zamanda yaşatıyorum. İlk farkındalığımla beraber birçok kişiye verdiğim tanıma fırsatını bu sefer kendime verdim. Aldım kendimi karşıma “ Sen kimsin?” dedim. “Ne istiyorsun?” dedim. Kendime  şefkatle yaklaştım. Ürkütmek istemiyordum. Kendimi tanımam yıllar sürdü ve hala sürüyor. İnsanın kendisini tanıması bir ömür sürer ve o ömür de yetmez. İnsan ya  kendini tanımaya yakın ölür ya da hiç tanımadan.

60 yaşında daha sağlıklı bir ben ile “ Bu kısacık yaşam yolculuğumda bana eşlik eden biri olursa güzel olur, olmasa da ben yolculuğumu tek başıma tamamlayabilirim “i içselleştirmiş, dingin ve huzurlu bir yaşam sürüyordum. Hakan’ ı da , diğerlerini de ne gözüm arıyor ne gönlüm arzuluyordu. Yolumu bulmamda acı bir şekilde de olsa  yardımcı olmuşlardı. Onları ufak bir teşekkürle zihnimden, kalbimden uğurladım. 
Umut’la bu vakitler tanıştım. Bu yeni “Ben“im Umut’da can bulacaktı. İki sağlıklı “Ben“,  bir “Biz“ olmayı başaracaktı. 
Umut, eşini bir trafik kazasında kaybetmişti. Bir oğlu vardı. Benim hiç çocuğum olmayacaktı. Bunun verdiği bir hüzün vardı elbette ama bu hüzün ne ilişkimi ne de hayatımı olumsuz etkileyebilecekti. Olmayacak olanı kabullenmeyi çoktan öğrenmiştim. Ben olacak olanı güzelleştirmeye çalışıyordum.

61 yaşında ilk defa gelinlik giydim. Kimisi şaşırmış, kimisi sevecen, kimisi alaycı bir ifadeyle baktı. Nikah memurununun “ Genç delikanlı ve genç kızımıza mutluluklar diliyoruz“ cümlesi  beni hala  güldürür.

Umut’la evleneli 19 yıl oldu. Zaman sudan da hızlı. Umut bana hep“ Keşke çok daha önce karşılaşsaydık” diyor. Bilmiyor ki benimle daha önce karşılaşmak demek hiç olmak demek. Onunla yol güzel, yolculuk güzel, aşk güzel… Elini hiç bırakmıyorum. Bazen sıcak yaz aylarında “Cancağızım şu gariban elimi biraz rahat bırak da  nefes alsın” der ve sonra gülümser. Zaman fiziğimizi yaşlandırmış olsa da canlarımız taptaze. Kimse gözlerimizdeki aydınlığı  göremeyebilir ama biz o aydınlığı her zaman görüyor, yaşatıyoruz. Birbirimize sevgimizi hissettirebiliyor, birbirimizle muhabbet edebiliyor ve iletişim kurabiliyoruz. Bazen kavga da ediyoruz herkes gibi ve problemlerimizi çözüyoruz bilinçli aşıklar gibi.

Hayal kırıklıklarım sonucu oluşan hayat kırıklığımı sardım sarmaladım. Hayata güzel bir merhaba ile başlamamış olabilirim ama sanırım hayattan  güzel bir elveda ile ayrılacağım. 
Bin  hayal kırıklığı bir hayat kırıklığı ve bir hayat kırıklığı bir uyanış ve bir uyanış yeniden diriliş…


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HEDEF MUTLULUK SAFSATASI