SANCI


 “Affedemiyorum kendimi. Doğurduğu için beni affedemiyorum annemi. Hala nefes aldığım 

için affedemiyorum hayatı. Annemin karnında kordonla boğabilirdim kendimi. Farklı bir 
boyuta geçmeden önceki ilk ve son isyan. Neden yapamadım? Çok mu zordu, yoksa ben mi 
korkaktım? Doğru ya iradeye dair bir şey yoktu o boyutta. Kasten verilmemişti bu, yoksa gelir 
miydi insan dünyaya? İradenin doğuşu şu içinde bulunduğum boyutta bile yıllar yıllar sonra 
gerçekleşiyordu.” 
Yazdıklarının son satırlar olduğunu düşünerek kapattı defterini yaşlı adam. 
Hep yapardı zaten. Hep ölecekmiş gibi yaşardı. Bir yerde kulağa hoş geliyor ama 
ölmeyecekmiş gibi yaşamadı hiç.
Dışarı çıktı, bir süre bahçede dolanıp durdu. Son demlerini yaşayan posta kutusuna yöneldi. 
Heyecan, korku karışımı o absürt duyguyla kontrol etti kutuyu. Tatlı bir tebessümle “nihayet” 
dedi. Bu tebessüm önemliydi. Tebessüm ettiği zamanlar çok nadirdi. Şayet tebessüm etmişse 
önemli bir şey gerçekleşmiştir. Bir insanın ilk yaşadığı aşk, bir kadının anne olması, bir 
evsizin sığınacak bir yer bulması gibiydi onun bir tebessümü. Yıllardır beklediği posta gelmişti 
nihayet. Zarfın üstündeki isim nabzını hızlandırmaya yetmişti. “ Düşüncelerini Öldüren 
Adamdan” . Kalbinde gelen sesleri işittiğini düşündü. Ne kadar da gecikmişti mektup. Nasıl 
da sabırla beklemişti adam. Sekiz yıl olmuştu. Bu süreçte her gün düzenli bir şekilde posta 
kutusunu kontrol eden düzensiz bir adam ve umutla umutsuzluğun, heyecanla öfkenin 
birlikte yaşandığı, bir önceki günün kopyası olan günler… Zarfı tam açacakken durdu. 
Korkuyordu. Zarfı açtıktan sonra geriye kalan günlerini keskin bir bıçakla çizmekten 
korkuyordu.

Kendini bildi bileli varoluşsal sancılarla boğuşan adam her defasında hayatın anlamını ısrarla 
aramaya devam etmişti. Yaşamak için bir amacı olmalıydı. Bu amaç anlamlı olmalıydı. “işte 
ben bunun için yaşıyorum” dedirtmeliydi. Her defasında bu cümleyi kurma noktasına 
geldiğinde karşısına bunu çürüten kanıtlar çıkmıştı. Zaman ilerledikçe yoruluyordu, 
yoruldukça ölüyordu. Cevapsız soruların verdiği yorgunluğun en güzel örneği gözlerindeki 
boşluktu.
“Düşüncelerini Öldüren Adam”ı düşündü. Yıllardır bıkmadan yaptığı yürüyüşlerine devam 
ettiği günlerden biriydi. Suyu severdi. Deniz yoktu ama ait hissettiği bir göl vardı şehrinde. 
Yürüyüşlerini burada yapardı. Saatlerce yorulmadan yürüyebiliyordu. Ruhunun yorgunluğu 
bedensel yorgunluğunu bastırırdı hep. İç dünyasında vakit geçirdiği en verimli anlardı. Gerçi 
her zaman iç dünyasında yaşardı ama burada, o dünyada, daha güvende daha özgür 
hissediyordu. Genelde hafta içi sabah saatlerini tercih ederdi. Kalabalığı sevmezdi. Hafta sonu 
gölün kenarında toplanan insanlar için “karınca sürüsü” derdi. Hafta içi akşama doğru bu 
tabiri değiştirir “ağustos böcekleri” tabirini kullanırdı.
Gölün kenarında yürüyüş yaptığı saatlerde genelde kimse olmaz bu da kendisini fazlasıyla 
memnun ederdi. Ama arada tek tük insanlarla karşılaşırdı ve hep merak ederdi bunları. 
Anlamlandıramadığı bir bağ oluşuyordu aralarında. Ama sessiz bir bağ. Öğlene kadar kalpler konuşur, gözler konuşur, ruhlar tanışır, bedenler tanışmadan ayrılırdı. Ama o gün farklı bir 
gündü. Bir ömür yas yaşayacağına ant içmiş gibi baştan aşağıya siyahlara bürünmüş adamda 
onu çeken farklı bir şeyler vardı. Evet ruhlar tanışmıştı ama bu sefer bedeni de tanımak 
istiyordu. Usulca adamın yanına yaklaştı:
-Merhaba bayım….. Merhaba ……Bayım…
- Beni rahatsız etmeye mi geldin?
-Hayır hayır. Sadece tanışmak ist….
-Bir saat sonra unutacağım bir biriyle tanışmak sadece emek kaybı. Neden o çok değerli(!) 
zamanımdan çalmanıza izin vereyim ki?
-Şey….ben… affedersiniz, dedi . 
Sezgileriyle hareket ettiği için yaşadığı pişmanlık yüzünün kızarmasına sebep olmuştu. Geri 
dönmek için birkaç adım attı ki:
- Arabalardan, kadınlardan, paradan sık sık konuşmaktan hoşlanır mısınız, dedi tuhaf adam. 
Yaşlı adam durdu, geriye döndü ve:
-O kadar boş vaktim olmadı bayım.
-Yani boş vaktiniz olsa bunlarla dolduracaksınız. Ya da bunlar boş anların konuları olacak 
kadar değersizdir demeye çalışıyorsunuz.
Yaşlı adamın çenesi hafif hafif titremeye başladı. Sinirlenince böyle olurdu. Duyguları 
çenesinde kıvılcım olup çıkardı. Gözlerini bu tuhaf adama dikti:
-Bayım şimdi de siz beni rahat bırakın. İyi günler.
-Ah şu insanlar, şaka kaldıramayacak kadar yorgun ve aptal insanlar…
Yaşlı adam kızmıştı. Arkasını dönüp gitmek istedi.
-Lütfen durun, belki de zamanımı çalacak kadar değerli birisinizdir. Rahatsız edilmeyi 
severim, etmeyi de.
Yaşlı adam bunun üzerine durdu ve:
-Sanırım acı çekmek ve çektirmek hoşunuza gidiyor.
-Kimbilir…
Ne garip adamdı. Kocaman bir belirsizlikten ibaretti sanki. Bir süre sustu yaşlı adam:
-Buraya sık geliyorsunuz sanırım.
Onu da nerden çıkardınız?
-Buraların tapusu sizdeymiş gibi bir havanız var da.
Bir kahkaha patlattı tuhaf adam. Yaşlı adam konuşmaya devam etti.
-Cenazeden mi geliyorsunuz?
-Kıyafetlerimden dolayı bu kanıya vardınız sanırım. Yanlış kanı. Ama yaklaştınız. 
Düşüncelerimi öldürdüm bir süre önce. Onların yasını tutuyorum şimdi.
-Neden?
-Ya onlar beni öldürecekti ya da ben onları. Ama bir gün tekrar dirilecekler, hissediyorum. 
İşte o zaman aradığım soruların cevabını bulacağım.
Yaşlı adam, bu gizemli insandan etkilenmişti.
-Nasıl sorular ki bunlar beyin ölümünü gerçekleştirmiş, dedi.
Uzun bir sessizlikten sonra konuşmaya başladı bu garip adam:
- İnsanı yaşatacak bir anlam olmalı hayatta. Yıllarca peşinden koşarsın bu anlamın. Buldum 
dersin, yanlış şıkkı işaretlediğini anlarsın. Önce bir mektebe yazdırırlar seni, sanırsın ki anlam 
bitirmekte saklı. Bitirirsin mektebi, bir iki hafta maymun gibi dolanırsın ortalıkta. Senden 
mutlusu yoktur. Sonra koca bir boşluk… Umut ah o baş belası umut, seni başka bir anlam 
peşine sürükler. “Paraaa! “ dersin. Evet o lanet olası kağıt parçası. Önce salyanı temizlersin 
onunla. Kölesi olursun bir süre. Peki ya sonra? Yine boşluk. Sonra aşk dersin, sonra aile 
dersin, sonra…. Hep bir sonra gelir gider. Hep aynı döngü. Eninde sonunda içindeki o çöplüğe 
geri dönersin. Neden yaşıyorum, kim için, ne için, amaç ne? Ah dostum düşünmekten, 
yaşamaktan kafayı sıyırdım galiba. Ben de düşünmemeye karar verdim, düşüncelerimi 
öldürdüm. Olur da bir gün tekrar düşünürsem o gün aradığım sorunun cevabını bulmuşum 
demektir.
Ne kadar da benziyorlardı birbirlerine. Aynı ruha farklı iki beden… Yaşlı adam ne diyeceğini 
bilmiyordu. Sadece: 
- Sorunuza cevap bulduğunuzda bana mektup yazar mısınız, diyebildi. 
-Neden kendimi yorayım ki? Siz kimsiniz ki?
-Hiç kimseyim. Sadece belki sizin gibi bir adamın düşüncelerinin ölmesine engel olursunuz.
Her zaman yanında taşıdığı kalem ve yıpranmış not defterini çıkarıp adresini yazdı. Adama uzattı:
-Bekleyeceğim…
Adamın cevap vermesini beklemeyip hızla uzaklaştı oradan. Belki de olumsuz tek bir cümle 
duymak istemiyordu. Ah şu umut, musallat olmuştu bir kere insan denen varlığa.

Gelme ihtimali düşük olan bir mektup yıllarca umut olabilir miydi bir insana? Çaresizse evet, 
denize düşen yılana sarılır misali.Uzun bir süre gelen mektuba baktı. Gözlerindeki nemi aldı. 
“Ya şimdi ya hiç.” Diyerek zarfı yavaşça açtı: 
“Sevgili dostum
Aslında seninle hiç dost olmadık. Bütün hikayemiz ayaküstü konuştuğumuz o on dakikadan 
ibaret sadece. Ama ben sana dostum demek istiyorum. Nedenini sorarsan cevabını ben de 
bilmiyorum. Bazı soruların cevabı yok sanırım. Ya da o kuş beynimizin sınırları dışında bir 
cevap vardır belki de, kim bilir? Bilirsin hepimiz zamanından habersiz dünyayı terk edeceğimiz 
günü bekliyoruz. “Zamanından habersizlik” gereksiz bir özgüven ve cesaret veriyor insana. 
Ama ben zamanımdan habersiz değilim artık. Kalbimde kurulu sayacım geriye doğru 
çalışmaya başladı. En değerlimi nasıl da değersizleştirmişim yıllarca. İntikam almak 
istercesine hastanelik etti beni. Doktor kitledi gözlerini gözlerime “Gebereceksin” dedi. Yahu 
bu kadar kolay mıydı? 
Dostum bir kutuya hapsettiler beni. Artık tüm günlerimi burada geçiriyorum. Görecektin, 
hastaneyi birbirine katışımı. İnsan nefes alamadan yaşar mı? Ben yaşadım işte. Sonradan fark 
ettim ki ne çok insan varmış burada. İşin garibi gülümsüyorlardı . Bunlar aptal mı? Hayır, 
hayır! Tüm insanları aptal zannederken en büyük aptalın ben olduğum gerçeğini nasıl da fark 
edememişim?
Biliyor musun düşüncelerimin dirilmesine izin verdim. Ve sanırım bazı cevaplar 
buldum.Yıllarca kocaman anlamlar beklemişim hayatan. Halbuki küçük anlamlarla 
yaşanılıyormuş hayat. Bir arkadaşım var burada, ismi Efe. Henüz dokuz yaşında. Yataklarımız 
yan yana. Geceleri horlayınca sabah sahil kenarından topladığı taşları fırlatıyor bana. Ne 
acayip çocuk… Bir gülüşün, ufak bir dokunuşun insanın gününü ne kadar da anlamlandırdığını 
geç anladım. Bu geç kalmışlıkların pişmanlığı var üzerimde. Efe’den bahsediyorum. Kara kuru 
bir şey ama nasıl güzel gülüyor. Bir canım daha olsa onun gülüşüne verebilirdim. Elimi 
tutuyor, bahçede geziyoruz, sahilde taş topluyoruz… Ama erkenden dönüyoruz küçük 
dünyamıza. Yoruluyor Efe. Yorulmaması lazım dostum. O benim kadar güçlü değil. Her sabah 
birlikte kuş seslerini dinliyoruz. Nasıl bir büyüsü var bir bilsen. Yıllardır bu sesleri duymamak 
için ne kadar da çok çırpınmışım. Bir insan işiten bir sağır olabilir mi?
Küçük anlamlar lazım bize dostum. Bu anlam bizle büyümeli, bizle beslenmeli. Koca koca 
anlamlar ararken aşımdan, eşimden, işimden oldum ve şimdi de hayatımdan… Yazılacak çok 
şey var ama ben daha yazamıyorum. Buna gücüm kalmadı. Belki yeni kurduğum dünyamı 
görmek istersin diye zarfın arkasına bir adres bırakıyorum. Gelirken iki demet çiçek getirmeyi unutma.”

Düşündü… Düşündü…
Yıllardır beklediği mektupta bir adamın kafasındaki soruların cevabını okuyordu. Ama bu 
kendisinin de cevabı olur muydu? Aynı soruları sormuşlardı. Ama birinin bulduğu cevap 
ötekinin cevabı olamıyordu, olamazdı. Tek soru, binlerce doğru cevap… Bir sorunun tek bir 
cevabının olmadığını fark etmesi, galiba tüm mesele buydu. Kendisinin cevabı neydi peki? 
Cevap olmak zorunda mıydı? Hayatın anlamı anlamsızlığında saklı olabilir miydi? Hafifçe 
tebessüm etti, yorgun dudaklarından birkaç kelime döküldü: “Sanırım anlam, anlamsızlığı kabullenmektir."

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HEDEF MUTLULUK SAFSATASI